14 Ekim 2005

Her dönüşü muhteşem oldu

Onunla ilgili söylenmedik, bilinmedik ne kaldı? Kişiliğini, aşklarını, evliliklerini, evindeki kalabalığı, yetiştirdiği sanatçıları, bestelediği, sözlerini yazdığı o yüzlerce şarkıyı nasıl söylediğini, o şarkıları kaç milyonlarca insanın ezberlediğini, konserlerinde şarkılarıyla hüzünlendirip eğlendirdiği kadar stand-up şovlarıyla da milleti ne şekilde gülmekten kırıp geçirdiğini...
Son yıllarda Anadolu’nun tüm şarkılarıyla kendi müziğini ne güzel sentezlediğini ama bir yandan da ‘klasik Sezen şarkılarıyla’ hálá hepimizi bağlamaya nasıl devam ettiğini, kimi sözleriyle ‘erdi galiba’ dedirttiğini ama sadece Türkiye’yi çok seven ve zekice gözlemleyen akıllı bir kadın olduğunu, bazen hasta ve umutsuz anlarında ‘Ben bu şarkıları nereye götüreceğim?’ diye ağladığını, aşkı ve insan sevgisini kendisinin nasıl yaşayıp şarkılarına ve dinleyenine nasıl damardan enjekte ettiğini bilmeyen mi var? O zaman ben ne cüretle bu Sezen Aksu Albümü’nü yaptım? Beni yakın, bunu okursanız kendinizi yakın, her şeyi yakın, aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk...
Dünyanın ender ‘yaşsız’ insanlarından ve Meral Okay’ın deyişiyle hálá ‘yüksek dozda sevme temayülü olan hoş bir kız çocuğu’ olduğundan, yılını bir kez daha hatırlatmaya gerek yok; bir 13 Temmuz günü Denizli’nin Sarayköy ilçesinde doğar. Matematik öğretmeni ve okul müdürü Sami Bey ile fen bilgisi öğretmeni Şehriban Hanım’ın kızları Fatma Sezen Yıldırım olarak... 20 kadar yıl sonra tüm Türkiye, onu gazeteci Yavuz Gökmen’in taktığı ‘Minik Serçe’ ismiyle tanıyacaktır ama üç yaşından 20’sine kadar yaşadığı İzmir’deki mahallede Cüce Bela diye anılacaktır. Bu lakap da yıllar sonra ‘Küçük Dev Kadın’a dönüşecektir.
Dişilik bilinci, daha Sarayköy’de, henüz sekiz aylık ve poposu bağlıyken gelişmeye başlar. Zavallı Şehriban Hanım’ın yün yumaklarından meme yapan şişko bir bebektir, yürüyüp konuşan, kabak kafalı bir çift dudak! Her şey, o hiç bitmeyen can sıkıntısı yüzündendir. Üç yaşında masanın üstünde kıvırtarak şarkı söyleyip alkış almaya bayılır, sekiz yaşında ‘Ayşecik sendromu’yla evden sık sık kaçar.
Azıcık daha büyüyünce ‘uçuk kaçık’lığı iyice ortadadır. Pakize Suda’nın anlattığına göre, duvarlara ‘Kaynana Sezen’ yazılır, her taşın altından çıktığı için... Dikkat çekmek için yapmadığı kalmaz; 18’ine kadar, babasını utandırmak hilafına, apartman boşluklarında, sokak aralarında, troleybüs içinde ‘Çingeneler gibi’ şarkı söyler. Annesinin ‘Sezen, dayak yemeden ayıl’ sözleriyle biten bayılma numaraları yapar, Optalidon içerek intihara kalkışır... 10 yaşında, annesinin rujunu, rimelini sürerek sokağa ‘oynamaya’ çıkar ama erkek çocuklarla bilek güreşi tutar, onları döver. 13 yaşında, mahallenin tek mini giyeni, fotoğrafçıya gidip bikinili pozlar verenidir. Ama 17 yaşında saçları sandre sarısı boyalı, gözlerinde takma kirpikler, kolunun altında Marx’ın Kapital’i, Yeşim Pastanesi’ne gittiği de vakidir.
Bütün bunları, oldukça muhafazakár bir babayla nasıl gerçekleştirdiği bir yana, her zaman gülümseten şeyler de yaşamaz: Ciddi toplumsal reddedilişler o zaman başlar. 16 yaşında erkek kardeşinin odasında, ana rahmindeki pozisyonunda, babası tarafından öldürülmeyi bekleyen odur. Kürtaj öncesi ağır bir kanama geçirmiş, 29 kiloya düşmüş, bir ara ölüme epey yaklaşmıştır. Ama sevgili babası, elinde kalsiyum sandoz ve D vitaminiyle girer odaya; ‘Biraz kuvvetlen, seni öyle döveceğim’ der. Yine de hastanede yatağının başucundaki pikaptan Ajda Pekkan’ın ‘Bir sevgilim var 17 yaşında/Her akşam bekliyorum köşe başında’ şarkısını dinleyip fırlamalıklar yapmaktan geri durmaz. O hayatı boyunca bunu yapacaktır galiba; hem hisli, hem alaycı. Ağlarken gülebilir çünkü, öyle yaşar. Dolayısıyla ağlatırken güldürebilir...
Aslında sadece o dedikodularla boğulan küçücük yerdeki diğer çocuklara benzemediğinin, coşkusunun başkalarınca ‘taşkınlık’ diye nitelenip aşağılandığının farkında değildir. Çok kötü bir şekilde terk edilmiş, mahalledeki arkadaşlarının onunla konuşmaları yasaklanacak kadar kötü olaylar yaşamıştır, bazılarını hálá anlatmadığı...
İzmir’i ‘Buraya döndüğümde benden imza isteyeceksiniz’ diye terk etmeden önce, lise öğretmeniyle başarısız bir güzellik salonu açmaktan resim, tiyatro, dans kurslarına gitmeye, nedense Ziraat Fakültesi’ne girmekten dört yıl Türk Sanat Müziği eğitimi almaya kadar şansını pek çok yerde dener.
Ve sonra biz onu, tepesindeki küçük topuzu, kulaklarıyla uyumlu kocaman küpeleri, İspanyol paçalı pantolonu, her daim muzip hali ve aynı zamanda ünlü hüznüyle tanırız. Dönemin güçlü bir plak şirketi tarafından, ‘senden ne köy olur, ne kasaba’ yorumuyla geri çevrildiğinden, 1975’te Sezen Seley adıyla yaptığı ilk 45’liği ‘Haydi Şansım’ın ona hiç şans getirmeyip bir iddiaya göre dokuz, bir başkasına göre 143 adet satıldığından habersizdir henüz.
Ama Can Kozanoğlu’nun Cilalı İmaj Devri adlı kitabında dediği gibi, ‘evlere yaşanmayan aşk servisi’ yapmasına az kalmıştır. Birazdan, hepimiz için ‘ağlamak güzel’ olacak, ‘insanın bir kedisinin olmaması’ üzerinden kitlesel bir şekilde derin yalnızlık hesaplaşmaları yapılacaktır. Türkiye’nin önemli bir bölümü yüzünde hüzünlü bir gülümseyiş olduğunu fark etmeden, kaybolan yıllarının hangileri olduğunu bulmaya çalışacaktır...
Sonuçta, çok kısa bir süre sonra, bir dolu evliliği, sayısız aşkı, karnı şiş nikáh masasına oturmaları, dul bir kadın olarak başkaldırmaları, ‘uzlaşırsam namerdim’ gibi meydan okumalarına rağmen ‘büyük aileye’ kabul edilmeyi başarır. Hem de yaramazlıklarından hiç ödün vermeden; günaha kadar, günahsızlığa da çok yakındır çünkü. Ama kabulün asıl nedeni, aşkı en güzel onun anlatabilmesidir. Aşk denilen bu değil midir zaten, günaha en yakın, günahtan en uzak! En çok o yakalayabilir, herkesin içinde sakladığı, onun şarkıları olmasa çoğunun farkına bile varmayacağı bazı duyguları. Hem de ya ‘en damardan Sezen Aksu hüznü’yle ya da en ‘feleğin çemberinden geçmiş, fettan kadın’ kıkırdamasıyla...
Hiç bilemeyiz, hangisi odur; terk edilmiş, kırık, gözyaşlarını içine akıtan ‘git-me’ diyen kadın mı, yoksa gitmeye kararlı, güç abidesi yaratık mı? Çocukları anlatırken ağlamaya başlayan şefkatli bir anne mi, yoksa her şeyi soran, cevapları yetersiz bulan asi çocuk mu? Bilmek mi gerekir; hepsini birden, Sezen Aksu’nun toplamı olarak sever, başımızın üstünde, ‘ne yapsa yeridir’le ‘ermiş bilge kadın’ karışımı, dokunulmaz rafa koyarız...
Çünkü o herkesin mutlaka yaşadığı bir şeyi anlatır illa ki. En pop-arabesk düşmanı entelektüelin bile ebeleneceği bir duygu kırıntısı vardır herhangi bir şarkısının bir kıyısında. Kim oturup Kanlıca’nın orta yerinde bir taşa/gözünün yaşını Hisar’a doğru yüzdürmeyi akıl edebilir ki ondan başka? Kim Allah’tan bir lodos, bir kürek, bir de kayık diler? Kaç kişinin şarkılarında ‘akşamdan kalma sabah yıldızı’ vardır ve yaşamak ‘tek şahit Ay’ken yaraya tuz yerine yakamoz basmak’tır?
Hafif (?) maraz bir dipsoman olduğu, dolayısıyla her duygu gibi aşkları da dibine kadar yaşadığı için, sık sık ‘tarihi ahmaklıklar’ yapması doğaldır; kimi aşkını Levent sokaklarında tabancayla kovalar, kimine haber vermeden ‘sürpriz nikah partisi’ yapar. Bir gün eser, yağar, ‘yarın boşanıyorum’ diye bağırır ve yapar da. Ama sonra patatesleri rendeleyip gözlerine koymak gerekir, şişleri insin diye... Ayrılık genellikle ölümden beterdir. Hatta bir ayrılık ona çok ‘sert’ şeyler yaşatıp ölüme karar vermesine neden olur. Banyoda her şeyi hazırlar, ‘kendi ölümünü yazan yazar gibi’ yanına da bir küçük teyp alır. Neyse ki o güne kadar bir kere bile kapıyı çalmadan odasına girmemiş oğlu Mithat Can, aniden banyonun kapısını tıklatıp evlat sevgisinin yegane beklentisiz sevgi olduğunu hatırlatmıştır.
Ölümler olur gider, sıkılır gider, hastalanır gider ama döner, dönüşleri de hep muhteşem olur. Bir, Van Gevaş’tan, kaç yaşına gelirse gelsin yüzündeki kız çocuğu ifadesini kaybetmeden bir kez daha hüzünden bahseder ve hatırlatır: İnsan kendini seçemez, bırakıp kaçamaz, sadece az biraz keşfeder! Bir, başkomiserin şarkıcı sevgilisi olarak televizyon dizisinde çıkar sevenlerinin karşısına. Bir, sahnede, şoförü, hizmetçisi, dadısı ve terzileriyle fasıl yaparken...
Başka bir gün, İstanbul Açıkhava’da, İzmir Efes’te, Antalya Aspendos’ta ve bir Kopenhag zirvesi öncesi Brüksel’de, 200 kişilik sanatçı kadrosuyla birlikte Türkiye’nin tüm şarkılarını seslendirdiği, yani Türkçe’yle birlikte Kürtçe, Ermenice, Rumca, İbranice, Lazca söylediği konserler verir. Gözaltında kaybolan çocukları için her cumartesi Galatasaray’da toplanan anneler için bir şarkı yapmış ama o güne kadar hiçbir siyasi çizgiyle anılmamışken, birden siyaset ateşine atılır. Çünkü bu konserler, TBMM’nin o aralar çıkarmakta olduğu yasaların samimiyetini sınamaktadır bir bakıma.
Üzerine çok gelinir. Yine İstanbul’da, sahnede, gerçek muhatabına, seyircilerine verir cevabını: ‘Bir gün benim samimiyetim anlaşılacak. Sizinle benim aramda garip bir ilişki, bu yıldızlar altında söylenecek daha çok şarkı var. Bu dünyanın altından hiçbirimiz kalkamayız. Beraber şarkı söylediğimizde biraz daha nefes alıyoruz.’
O herkesin mutlaka yaşadığı bir şeyi anlatır illa ki. En pop-arabesk düşmanı entelektüelin bile ebeleneceği bir duygu kırıntısı vardır herhangi bir şarkısının bir kıyısında.
(Emel Armutçu'nun 25 Temmuz 2004 tarihli Hürriyet'teki yazısı)

0 Yorum Ekle:

Yorum Gönder

<< Home

 8o  XMLº 
Blogwise - blog directory
Music Blog Top Sites
blog search directory
Blogarama - The Blog Directory
Proogle.de
Link Dünyası>
Technorati Profile